1. yansımasıyla arasına giren aynadaki buğuyu, bir film karesindeymişçesine elinye sildi. daha tam kurulamadığı alnına yapışan ıslak saçlarını geriye doğru attı ve karşısındaki adamın gözlerinin içine bakmaya başladı. ne görüyordu orada? başarısız bir sevişmenin ürünüydü. babam dediği adamın erken boşalma sorunu ve annem dediği kadının da doğum kontrolü denen olaydan bihaber durumu, bu sonucu doğurmuştu. iki beceriksiz cahilin boş lakırtısı. gerçi babasına pek de kızamıyordu, çünkü kendi hala dipsiz karanlık kuyulara girememişti. oldu ki denk gelseydi, o da daha nerede olduğunu hissedemeden söner giderdi. hayattaki tutacağı yer peçeteyle silinip çöpe atılacak kadarken şimdi aldığı bu şekil neye benziyordu? bir tohum ? olabilir. bereketli bir toprağa düşmüş gür bir meşenin palamudu olabilir miydi? yoksa çatlamış toprakta rastgele ısırılıp tükürülmüş bir salatalığın tohumu mu? bu daha yakın geliyordu aynadaki yansımasına. oysaki bakışlarını aynadan bedenin aşağısına çevirdiğinde gördüğü şeyin cevabı olmasını yeğlerdi bu sorunun fakat o da daha çok tüylü bir bamyanın tohumuydu. ?tohumunu siktiğim? diye küfretti içinden. sonra saç kurutma makinesinin düğmesine basarak, saçını kurutmaktan çok çıkarttığı gürültüyle beyninin içindeki sesleri bastırmaya çalıştı ya da tohumlarını savurmaya.
  2. yapıştırıcılardan artık katran halini almış önlüğünü başından geçirdi, arkadan iplerini bağladı. duvarda karısıyla olan resmini asmak için çaktığı çivinin yerini alan radyonun, sadece açma düğmesine basmasıyla, biraz olsun dertlerine derman olan türk halk müziği çalmaya başladı. karısını kanserden kaybetmişti geçen sene. ölümünden sonra cemalini her gün karşısında görüp de yüreğini sızlatmak istemiyordu. o çivinin yerine takvim asıp, zamanın yarasına olan ilacını hızlandırabilirdi ama o radyoyu seçmişti, zira hem derman hem de arada verilen haber ajanslarıyla duyduğu dünyanın acılarına da ortak oluyordu. doktor karısının sayılı ömrünün kaldığını, sebebinin de göğüs kanseri olduğunu duyduğunda kader dalga geçiyor diye düşünmüştü. çünkü bali kokusunun duvarların her köşesine işlediği dükkanda o çalışıyordu her gün, üstüne bir de köpek gibi iki paket sigarayı yakıyordu ardı ardına çalışırken. gastede okuduğunla bunlar kanser yapardı ama daha tadına bile doyamadığı karsının memelerinde bu illet çoktan baş vermiş, ciğerlerine değin yayılmıştı. birden radyoda en sevdiği türkü, beyaz giyme söz olur çıktı, taburesine oturdu, besmeleyle işine başladı. dünden kalan ayakkabıyı eline aldı, yüreğindeki çatlak misali tabandaki çatlağa bolca döktü baliyi kapansın, kapansın da bir daha açılmasın, sahibin ayağını kendinin de yüreğini ıslatmasın diye. baba mesleği ayakkabı tamircisiydi halil. çocukluktan pişmişti babasının yanında. babası artık öte dünyaya çalışmaya niyetlendiğinden dükkanı halil’e bırakmıştı. zaten iki kişi yapacak kadar iş de olmuyordu. artık insanlar tamir yerine, yenilerini alıyorlardı. ne de olsa her ay bir tamir parası vere vere istedikleri ayakkabıları alabiliyorlardı. gerçi tamir olacak halleri de kalmıyordu o ayakkabıların, çocukkenki ayakkabıların dillerinde okuduğu ‘made in’den sonra artık ilk defa duyduğu ülkelerin adı yazıyordu. bu elindeki ayakkabı öyle değildi, helalinden bir ikiyüzlük ederdi. arasına sürdüğü bali kurusun diye masanın üzerine koydu, cebinden ilk paketin ilk sigarasını yaktı derin bir nefes çekti, ciğerleri bari bayram etsindi. usulca dumanı bıraktı bali kokularının içine, parmağıyla uzanıp türkü bitmeden sesini yükseltti radyonun.